29 Temmuz 2022 Cuma

Eski çiçekler üzerine…


Cennet tasvirleri, huriler ve dünyada tadılmayan yiyeceklerin yanı sıra dünyada görülmeyen eşsiz çiçeklerle de doludur. Bir çok çiçek, antik tanrı ve tanrıçaların, peygamberlerin, göçmüş kral ve kraliçelerin sembolü olmuş, mimariyi süslemiş, medeniyetlerin armalarında, paralarında da baş köşeyi kapmayı başarmıştır. Dünyada bulunan en eski çiçek fosilleri, yüz milyon yıl öncesine bizi ışınladığından dünya var olduğundan beri bu eşsiz canlılarla aynı oksijeni paylaştığımızı biliyoruz. Hayata anlam katma çabamızdan ötürü biz insanlar için çiçekler, muhteşem güzellikleriyle baş tacımız ve yüzyıllardır gerçekten başımızı taç olarak süslemelerinin yanı sıra hayatı, neşeyi, sağlığı, gücü, zenginliği, aşkı simgeler, hatta kötü güçleri, hastalıkları, ölümü bile. Düşünen entrika sever hayvan cinsimiz çiçekleri de öyle masum masum muhteşem güzellikleriyle bir kenarda oturtacak değildi ya.

1500'lerin başında Avrupa'dan Amerika'ya ve Afrika'ya uzanan coğrafi keşifler 1800'lere kadar devam etmiş. Bu keşifler sırasında el değmemiş coğrafyalara, zengin Avrupa devletlerinin donanma gemileri, fesleğen başı sever gibi yumuşak el dokunuşlarıyla dokunup geçmemiş tabi ki. Gemileri dolduran tüccarlar, kaşifler, doğa bilimciler ve botanik ressamları gördükleri yeni şeylere hayranlıklarından gözleri dönmüş ve kendilerini kaybetmişler. İnsanlığın en karanlık zamanları, kölelik ve sömürgecilik de o el değmemiş kıtalarda gördükleri muhteşem cennet bitkilerini, hayvanlarını ve renkleri kendileri gibi olmadığından ötürü egzotik insanlarını, gemilere doldurup krallarına, ülkelerine hava atmak için yanlarında götürmeleriyle başlamış. Getirilen nadir ve fantastik bitkiler, saray sofralarını, bahçelerini süslemiş, bürokratik ilişkilerde güçlü birer hediye olarak elden ele dünyaya yayılmıştır. 1800'lerin başlarında bu muhteşem bitkileri mevsim şartlarına uyumlandırmak için doğa bilimcilerin gemilerde kullandığı taşıma tekniği uygulanarak kış bahçeleri, limonluklar, fidanlıklar ve seralar  kurulmaya başlanmış. Bitkiler de biz insanlar gibi yeni taşındıkları coğrafyalara zamanla uyumlanmayı öğrenmiş.

Çocukluk hatıralarımdaki bahçeleri dev ortancalar, kadifemsi sardunyalar, ıtırlar, güller, begonyalar, sümbüller, zambaklar, şebboylar, küpe çiçekleri, karanfiller, rengarenk menekşeler süslüyor mesela. Tüm bu çiçekler bir çoğumuz için buralı, Anadoluludur şüphesiz. Ama insanlığın karanlık kölelik ticaretiyle oncağızların da vatanlarından koparılıp denizleri aşarak bahçelerimizdeki, balkonlarımızdaki ve evlerimizdeki saksılara kadar uzanan uzun bir yolculuk yaptığını artık biliyoruz. Mesela Sardunya G. Afrikalı, Begonya G. Amerikalı, Ortanca ve Gül de Asyalıdır. Coğrafi keşifler ve bürokratik ilişkiler sayesinde bu canım güzellikleri seyredip mutlu olmak bizlere de nasip olmuş anlayacağımız. Bu bitkilerin tabi ki etinden sütünden faydalanmayı da ihmal etmemiş; tıbbi ve aromatik faydalar sağlamış, kraliyet çeyiz sandıklarını tohumları süslemiş, statü sağlamış, şairlere ve ressamlara ilham perisi olmuş,  modayı yönlendirmiş, kilimlere dokunmuş safi güzellikleri gözümüzü ve ruhumuzu şenlendirmiştir. 

Yakın zaman hatıralarımı şekillendiren çiçekler de şöyle: evde, deve tabanları, fil kulakları, orkideler, alocasialar, paşa kılıçları, sukulent ve kaktüsler; bahçede ise begonviller, avizeler, Bodrum papatyaları aslında Afrikalı onlar;), pasifloralar, yaseminler, zambaklar, galalar, canalar, daturalar, kahkaha çiçekleri. Hala kıtalar arası yolculuklar yapan yüz yıllık türlü rengarenk güzellikler...


                                                     

Resim: 7 yaşındaki Charles Robert Darwin ve çiçeği:)

31 Ekim 2021 Pazar

Adanmışlık üzerine…

Çoğumuz kendimizi hayatımızdaki bir merdiven basamağından sonra çocuklarımıza, mesleğimize, ülkemize, bir kediye, köpeğe, evimize, arabamıza, inancımıza, çiçeklerimize ve şimdi aklıma gelmeyen birçok şeye adıyoruz. Merdivendeki önceki basamaklarda birçok farklı şeyi keşfediyor ve deniyoruz; kendimizi anlamlandırdığımız, işe yarar hissettiğimiz, becerebildiğimiz, bize iyi gelen ve hayata bağlayan şeyler hayatımızdaki adak konuları oluyor. İçinde yaşadığımız çağ "Canım Kendim" çağı olsa da dokumamızı oluşturan motiflerde adamak-adanmak motifi baskın olabiliyor.

Doğadaki her canlının yaşam döngüsünde önemli işlevleri vardır. Her şey işe yarar, bir şekilde yani. İnsan merkezli dünya bakışımızı bir yana bırakırsak mini minnacık mikroorganizmalar dünyadaki hayatı başlatan canlılardı mesela. O küçücük varlıklarıyla kendilerini buna adamışlardı belli ki. Kocaman balinalardan tutun da küçücük meyve sineklerine, dev Sekoya ağaçlarından pek de sevmediğimiz ayrık otlarına kadar her birinin kendini adadığı önemli uğraşları vardır. Bizim cinsimizde işler biraz karışsa da kısacık ömrümüzde kendimizi adayacak uğraşlar bulmakta diğer canlılar kadar usta sayılabiliriz. Hayatlarını ölümcül hastalıklara çare aramaya adamış bilim insanlarının, iklim krizine, eriyen buzullara, yanan ormanlara, kirlenen su kaynaklarına adayan aktivistlerin, dünyadaki çeşitli insan hikayelerinden ve olup bitenden haberdar etmeye adamış yazarların, sanatçıların, kendilerini daha mutlu, daha refahlı ülkeler var etmeye adamış siyasetçilerin, geleceğe umutla, ilimle bakan çocuklar yetiştirmeye adamış öğretmenlerin ve toplumdaki en minik parça olan ailede; mutlu, vatanına milletine faydalı çocuklar yetiştirmeye adamış anne babaların hikayelerini biliyoruz. Yine de her birimiz farklı ve biricik "Canım Kendim" olduğumuzdan, bu adanmışlık konusunda bazen hayatı kendimize dar edebiliyoruz. Oysaki bazen adanmışlık, her sene kışlık salça yapmaktan pek de zor olmayabilir...

Yolun yarısını geçiyorken tam olarak kendimi neye adamam gerektiğini henüz bulabilmiş değilim. Çünkü en olurundan bir çocuğa bile sahip değilim. Bir kedim var ama ikinci bir kedim yok. Sanki o ikinci, üçüncü kedi olmadan tam olarak adanamayacakmışım gibi hissediyorum. Küçücük evlerinde onlarca kediyle yaşayan, sokaktaki hayvanlara bakmak için evini, arabasını satan insanların hikayelerini duydukça adanmışlık bu olsa gerek diye düşünüyorum. Çiçeklerim var ama onlarla konuşup şarkılar söylemiyorum, her birine bir çocukmuşçasına isimler vermedim. Sağa sola giderken de gönül rahatlığıyla komşulara, arkadaşlara emanet edebiliyorum. Bu da olmadı sanki adanmalık. Daha oldurulabilir adanmalar bulabilen insanlar, çocuklarını büyütüp yuvadan uçurunca bir boşluğa düşüyorlar, hele hele o emeklilik...Sonra torunlara düşülüyor oldurulabiliniyorsa, onlar da uçup gidince kediler, köpekler, çiçekler...Bu durum hem çok doğal, sempatik hem de biraz burkuyor yüreğimi. Anneler uzun yıllar yemek porsiyonlarını azaltamıyor, o koca tencerelerden vazgeçemiyor, babalar da eve 5 ekmek almaktan. Yavaş yavaş onların da yürekleri burkula burkula yeni adanmışlıklar ediniyorlar kendilerine. Yoksa insan kendini bir işe yaramaz hissedebiliyor. Bir kedi, köpek, çiçek sokuyor hayatına ve içi-dışı tüm yaşamı onlara adanıveriyor; "Oh!" diyor sonra "Dünya varmış!". Ama çocukları için kavanozlarca kışlık salça, yazlık reçel yapmayı da elden bırakmıyorlar. Anneannemi çok severdim, o kadar sakin ve üretken bir kadındı ki. Hiç boş durmaz, sabah kalkar ocağı yakar, ekmek için hamur mayalar, hayvanlarla bostanıyla ilgilenir, çorap örer, yama yapar, çiçeklerin kurumuş dallarını temizlerdi. Biz seviyoruz diye ekmeğin yanına simit şeklinde hamurlar yapıp atardı. Dedemi kaybedince çok yalnız kaldı, çocukları evinde de bırakmak istemedi, gezindi durdu oradan oraya. Ama o hep evim de evim dedi, haklıydı da. Çünkü ne hayatını adadığı eşi, çocukları, ne hayvanları, ne bostanı kalmıştı. Tabi o zaman çocuktum, sevdiklerinin yavaş yavaş sadece onun iyiliği için yaptığı, elinden tek tek tüm adanmışlıklarını aldığını fark edemiyordum. Yazları evinde kalır, küçük bostanında yine bir şeyler yetiştirir, bahçedeki meyve ağaçlarının mahsulleriyle elinden geldiğince reçeller, pekmezler yapmaya çabalardı çocuklarına. Çocukları da yorulmasın diye mani olurdu ya da toplaşıp gider, O'nu bir kenarda uslu uslu oturup izlemeye mahkum ederdi. Tamam hep iyi niyetten ama o salçalar, reçeller olmadan da anneannemin tüm adanmışlıkları uçup gitmiş olmuştu. Sonra da yavaş yavaş çocuklarının evlerinde bir kırlent gibi usluca oturup bir gün de uykusunda göçüp gitmişti. Geçen annemler bir sürü salça, reçel, tarhana yaptığını hepimize pay ettiğini söyledi telefonda. Yolun önceki yarısında "Annecim ya ne uğraşıyorsunuz o kadar, yoruluyorsunuz. Zaten biz yemiyoruz çok reçel meçel. Her şeyin de hazırı var hem o kadar emek, maliyete de gerek kalmadı artık." gibi şeyler söylerdim. Şimdi "Oh oh! Ellerinize sağlık!" diyorum, "Yine kim bilir ne lezzetli olmuşlardır." diyorum. Göremesem de seslerinden telefonun diğer ucunda yüzlerinde güller açıyordur diye düşünüyorum.

Ben de bu sene sirke kurdum ilk defa. Arkadaşımın annesi memleketten bir kasa elma getirmişti, kim yiyecek bu kadar elmayı deyip pay etti sağ olsun. Ah! O yerlere dökülüp ziyan olan, uçup yuvadan gitmiş çocukların burun kıvırdığı canım elmalar... Sanki tüm bu yüreği burkulup adanmışlıkları çalınmış anneannelerin ahı var şu "Canım Kendim" çağından. Çünkü yuvadan çok uzaklara gitmemizin ve artık pek de uğramıyor oluşumuzun nedeni hep "Canım Kendim" gibime geliyor.

Aynı hatalara düşmeyelim...Ben de artık her sene sirke kurayım diyorum, sonra kardeşlerime, arkadaşlarıma pay ederim. Kendimi adayacak bir şey bulmuş olurum hem:)

Canım Anneanneler, canım salçalar, canım reçeller...







17 Ekim 2021 Pazar

Renkler üzerine...

Bilimsel araştırmalara göre renk, görsel sistemlerimizin aldığı bilgiye karşı beynimizin verdiği cevapmış. Dalga boyu, frekans, enerji, çeşitli duygular, anlamlar, uydurduğumuz türlü isimlerle renkler temelde hayatta kalma savaşında faydalandığımız önemli bir rehberdir. Doğaki canlılar için renkler tehlike, beslenmek, aşk yapmak gibi basit hayati aktiviteleri gerçekleştirirken kullandıkları trafik ışıkları gibidir. İlk insanlar da muhtemelen başlarda bu kadarıyla yetinmiş ama sonraları boş vakitlerinde can sıkıntısından düşünmeye başladığında konu dallanıp budaklanmış olabilir. Yüzyıllar içinde insanlar toplumsal hayatlarını düzenlerken bilimde, siyasette, dinde, sağlıkta, eğitimde, sanatta, ticarette renklerden faydalanmış ve kendi renk dillerini oluşturmuştur. Örneğin Beyaz bir çok kültürde saflığın ve temizliğin simgesidir. Siyasette beyaz dürüstlük olmuş, dinde ruh temizliği, sağlıkta hijyen...Tarihteki kanlı savaşlarda ordular, kırmızıyı üzerlerinden eksik etmemiş; miğferlerinde, bazen yüzlerine sürdükleri boyalarda ya da taşıdıkları bayraklardaki kırmızıyla ne kadar cesur, hırslı ve güçlü oldukları mesajını düşmanlarına vermiştir. Renkleri bugün de gücün, tehlikenin, otoritenin, tarafsızlığın, asaletin, matemin, aşkın, huzurun, yaratıcılığın sembolü olarak hayatımızın her alanında kullanmaya devam ediyoruz.

Küçükken çevremdeki yaşlı insanların kıyafetlerinin niye hep grili, siyahlı, kahverengili olduğunu düşünürdüm. Elbiseler çiçekli bile olsa bu tonlarda olurdu ve gerçekte çiçekler o renklerde olamazdı. İnsanların giyidiklerinin solgunluğu gözlerinin ferine de yansırdı, enerjileri çekilmiş gibi olurdu. O zamanlar Bilim insanlarının renklerle ilgili yaptığı çalışmalardan haberimiz olamıyordu tabi. Oysaki büyüyünce küçük ve tutucu toplumlarda mahalle insanlarının yaptığı tabusal çalışmaların gündelik hayatlarımızı renklendiriyor olduğunu anlamaya başlamıştım. Televizyon ve fotoğraflarımız yıllarca siyah-beyaz olsa da hayatlarımız olabildiği kadar renkli olurdu. Yaşamın Renkleri-Pleasantville adında siyah-beyaz bir filmde de bir gün karakterlerden biri renkleniyordu. Önce kasaba bu duruma direnç gösteriyor, kötü-yanlış bir şeyler olduğuna inanıyordu. Zamanla renklerin ve renklenmenin pek de kötü bir şey olmadığını anlıyorlardı. Renklerin Yolunda adında bir çocuk kitabında ise sadece siyah ve tonlarına kafayı takan bir Kral vardı. Tüm gezegeni gücü ve hırsı ile katran karasına boyatmış ve renkleri halkına yasaklamıştı. Gezegendeki herkes o kadar itaatkar, çaresiz ve mutsuzdu ki... Neyse ki mavi etekli küçük kahramanımız renklerin peşinde cesurca bir yolcuğa çıkıp gezegeni tekrar renklendirmeyi başarmış herkes de eski enerji ve mutluluğuna kavuşabilmişti.

Gerçek dünyaya döndüğümüzde hayvanlar yemeklerine ulaşmak, tehlikeden korunmak ve çoğalmak için renklere ne kadar muhtaçsa biz insanlar için de renkler o kadar önemli aslında. Gündelik hayatımızda evde tv izlerken, AVM'de alışverişte, yeni bir iş görüşmesine giderken ya da duygusal ilişkilerimizde renklerin verdiği mesajları bazen dışarıdan farkında olmadan alıyor bazen de biz  dışarıya o mesajı bilinçli olarak verebiliyoruz. Yaşadığımız şehirlerin iklimi, mimaride kullanılan renkler bile psikolojimizi etkileyebiliyor. Mega şehirlerdeki gri-beton renginin disiplin ve düzenle ilgili kaygılardan şehir plancıları ve yöneticilerce tercih edildiğini artık biliyorsak da biz o gri pencereye hiç olmasa da yaldır yaldır kırmızı çiçekler açan bir sardunya saksısı koyup küçük hayatlarımızı renklendirmeye çabalıyoruz. Umut fakirin ekmeğiyse renkler de müzik gibi ruhumuzun gıdası ne de olsa...







Not: Yazıda bahsi geçen film 1998 yapımı Komedi/Fantastik dalında yapılmış Yaşamın Renkleri-Pleasantville filmidir.
Kitap da Dilara Duman ve Şebnem Kurtul'un yazıp resimlediği Renklerin Yolunda kitabıdır.



4 Eylül 2021 Cumartesi

Ağaçlar üzerine...

 

“İnsan tanımadığını sevemez, sevmediğine sahip çıkamaz.” demişti sevgili Nilay Örnek. Bunu ben de epeydir düşünüyorum ve böyle olduğunu bir çoğumuz gibi epeydir görüyorum. Bunu yazın yanan ormanlarımız konusunda yine yoğun bir şekilde hissettim. Muğla, Antalya, Denizli, Tunceli ve daha bir sürü yerde hektarlar ya da zeka seviyemizin daha kolay algılayacağı dille " yüzlerce futbol sahası büyüklüğünde orman" yandı. Maalesef bu futbol işi beni hep rahatsız etti ve ediyor. Ülkemizin geçmişini, şimdisini ve ne kadar “ bizim elimizden ne gelir ki?” diyen iç sesimize rağmen geleceğimizi, sevsek de sevmesek de şu futbol meselesi etkiliyor. Bu sahip çıkma bağı tanımadan da maalesef kolay kurulamıyor. Örneklerle verecek olursam; savaşlar, terör eylemleri, cinayetler, depremler, seller, yangınlar, kazalar vb. sonucunda kaybedilen tüm kayıplar sayı, adet ve A.E gibi sadece isimlerin baş harflerine indirgendiğinde birkaç saniye zihnimizde yer edip uçup gidiyor. Belki de üzerinde duramamamız ve sahip çıkamamamız için bilinçli olarak yönetiliyor. Oynak tansiyon gibi yerinde duramayan ülke gündeminde herhangi bir duruma odaklanmak zor olsa da belki elimizden küçük bir şey gelebilir diye düşünüyorum.

Yıllar içinde değiştirdiğimiz çokça evi; bahçesinde, bahçesi yoksa yakınında, sokağında bulunan ağaçlarla mimleyip hatırladığımı farkediyorum. Ağaçlar, sakinlikleriyle, formlarıyla, yaşam fışkıran tabiatlarıyla bir şekilde sizde yer etmeyi başarıyorlar. Güzel çocukluk anılarımı kocaman eriklerin, salkım saçak söğütlerin, ekşi elmaların, çitlenbiklerin, dutların, incirlerin süslüyor olması kendimi şanslı hissettiriyor. Büyürken de çekirdeklerini bir yerlere sokuşturup o minicik şeyden azimle bir filizin başını çıkarttığını yıllar içinde büyüdüğünü, küçük bir ağaca dönüştüğünü, gölgesine sandalyeler masalar atıldığını, meyvesi varsa mahalle çocuklarının bayram ettiğini görüyorum. O hayran olduğumuz heybetli görünümünü görebilmeye ne bizim ömrümüz ne de kentsel dönüşüm projelerimiz ne yazık ki izin veremiyor. Ama ormanlar bambaşka bir hikaye…

Çamları, servileri rüzgarların; zeytini, inciri kuşların; meşeleri, cevizleri sincapların türlü macera ve hayatta kalma savaşı içinde diktiğini öğrenince ormanları futbol sahası büyüklüğünde bir şeye indirgeyebilmek pek mümkün olamıyor. Yanan ormanların yerine yenisini ve daha büyüğünü, daha güzelini yapmak da pek aklıma yatmıyor doğrusu! Dünyada yaşayan insanlardan sadece bir adeti olarak tanıdığım, sevdiğim, anlattığım, anılarımda yer eden ağaçlar çok kıymetli… Onlarla birlikte yaşayan sincaplar, kuşlar kadar ressamlar, şairler, yazarlar, gezginler için de… Bizlerin mutlu olmak, iz bırakmak, çoğalmak, çoğaltmak için de faydalandığımız ham madde ne kadar uzaklaşsak da doğa ve doğadan gelenler. Böyle olunca da adabıyla sevip sahip çıkmamız gerektiğini anlamanın vakti geldi de geçiyor diye düşünüyorum. Elimizden çok şey gelir, yeterki tanımaya ve sevmeye değer bulalım ve vakit ayıralım.

 


Not: Bir meşenin bu minik palamudu var edebilmesi yaklaşık 50 yıllını alıyormuş. Bir meşenin bu minik palamuttan var olabilmesi belki zor bir kışı atlatmak için bir sincabın toprağa gömüp sık sık olmasa da yerini unuttuğu palamut sayesinde olabiliyormuş. Ve sincaplar gömdükleri palamutların yerlerini genellikle hafızalarında tutabiliyorlarmış. Bu muhteşem ağaç, birçok antik medeniyetin de ilhamı olmuş…

 

 

 

                             

23 Mart 2021 Salı

Organiklik üzerine…

Bilim insanları yaptıkları jeolojik çalışmalarla Dünya’daki hayatın yaklaşık 4,1 milyar yıl önce başladığını söylüyor. O zamandan bu yana milyarlarca canlı yaşamış. Hatta soyu tükenenler olmuş ve olmakta. Defalarca hem doğal yolla hem de dünyanın hakimi insanoğlu tarafından küçük kıyametler kopmuş ve kopmakta. Biz şu sıralar kaçıncı minik kıyametin eşiğindeyiz tam olarak bilemesek de koca dünyada sadece minik bir organik madde olduğumuzu bilebiliriz. Organik madde,insan, hayvan ve bitki türlerini var eden her şey demek. Biz göçüp gittikten sonra da toprağa karışarak yeni organik bileşikler oluşturan basit birer organizmayız aslında. Gezegende yaşayan 7,8 milyardan fazla insanın hayatta kalması, biyosfer ve doğal kaynaklara bağlıyken; bu kaynakları hunharca sömürüyoruz. Bunca badireler atlatan gezegenimizden ümidi kolayca kesmiş görünüyoruz. Yoksa tonlarca doğal kaynağı tüketip paralar dökerek başka gezegenlerde organik madde arayışlarına girmenin ne anlamı olabilir ki? Gerçi insanlık tarihine bakınca bu tip uğraşların bile ülkelerin ve ülke idarecilerinin birbirleri arasındaki sidik yarışına malzeme olduğunu fark etmek çok zor değil.

Kendi organikliğimizi bir yana bırakırsak ki çoktan bıraktık zaten. Şimdilerde her şeyin başına organik kelimesini ekleyerek değer katma girişimindeyiz. Önce bu organikliği kaybedip sonra da tekrar çıkararak daha mutlu ve sağlıklı, hatta uzun ömürlü olma niyetindeyiz. Bir yandan düşüncesizce sentetikleşiyorken; tekrar organikliğimizin değerini bilir ve gerçekten sahip çıkarız diye umuyorum. Biz yoksak canlılık da yok! Henüz yaşayan başka bir gezegen de bulabilmiş değiliz!

Okuduğum bir yazıda, şehir surlarının dibine şehir bostanları kurulmasının nedeninin o bölgelerin; organik madde bakımından zengin  olması ve verimliliğinden faydalanmak için tercih edildiği anlatılıyordu. Gördüğüm örnekler, bunu destekler nitelikteydi. Örneğin; İstanbul’un Yedikule Bostanları’ndan ve Diyarbakır’ın Hevsel Bahçeleri’nden hayat fışkırıyor. Yüzyıllarca şehirlerin savunma yapısı olarak kullandığı şehir surlarının diplerinde savaşlar yapılıp az mı kan dökülmemiş, çadırlar kurulup hayvan otlatılmamış sonuçta. Dağlarımızı pötibör bisküvi gibi ufalayıp inorganik betonlarla inşaa ettiğimiz evlerimizin hafriyat artığı minik bahçelerinde, minik bir bahçeye sahip olacak kadar şanslıysak yani; sur dibi yeşilliği için çabalamamız nafile değil de nedir? Bilim insanları gezegenin büyük bir kısmını verimsiz bahçeye dönüştürdüğümüzü bas bas bağırıyorken; biz ise pötibör dağlarımızı ve su kaynaklarımızı renkli plastik pipetlerle düşüncesizce hüpletmeye devam ediyoruz. Organik gerçekliğimiz tam da böyle, değil mi?

Şimdilerde İstanbul’da kalan nadir yeşil alanlar mezarlıklarmış. Bir zaman sonra tüm yakınları göçüp giden, mezar taşı kalmayan, unutulmuş mezarlar kaldırılıp yerine yenileri ve hatta önce okullar, hastaneler, sonra da toplu konutlar dikilebiliyor. G.Amerika’da ise dikine mezarlar açılıyormuş mesela. Hem dinen hem de yönetimlerin de işine geldiğinden ölüler yakılıyor ve yüzlerce çekmecesi olan dolaplara da konuyormuş. Şehirde mezarlıklar da fazla yer kaplamıyormuş haliyle. Bizim gibi müslüman ülkelerin işi zor tabi bu konu da ama belki bir gün birşeyler düşünürler tabi, belli olmaz. 

Misal okuduğum ilkokul eski bir mezarlıkmış. Sonrasında şehir büyüyüp duvarlarına dayanınca şehir merkezinin dışına taşınmış. Yeni mezarlık da şimdilerde şehrin göbeğinde kaldı ya, hakkında hayırlısı diyelim. Ortaokulu da aynı okulda okudum. Tarım ve Hayvancılık adında güzel bir ders vardı ama hocası çok sıkıcıydı. Bahçede bize çamların dibindeki minik bir alanı çapalatıp ektirmişti. Güzel, koca göbekli marullarımız ve yemyeşil soğan ve sarımsaklarımız olmuştu. Ne de olsa verimli topraklar, göcüp gidenlerin organik malzemeleriyle zenginleşip yeni organikleri beslemeye devam etmekte...

Bizden geriye kalanlarla hayat devam ediyor… Biz de kayıplarımızı hafızalarımızda, eski fotoğraflarımızda ve mermer dikdörtgen kutularda yaşadığımız sürece yaşatmaya çabalıyoruz. İnsanı diğer organik canlılardan ayıran özelliklerden en önemlisi " hayata anlam yüklüyor oluşumuz " olabilir. Anlamlar yüklüyoruz, hayaller kuruyoruz, bağlanıyoruz, özlüyoruz, umut ediyoruz... Misal zeytinyağlı yaprak sarmayı annemiz gibi yapıyoruz, fotoğraflarda babamız gibi gülümsüyoruz, otuzbeşimizde sesimiz teyzemizin sesine dönüveriyor sanki, serin sabahlarda ananemizin hırkasını omzumuza atıveriyoruz. Sokakta yürürken biber dolması kokusu alınca sevdiğimiz bir arkadaşımızın annesi ve onun çiçekli tabakları geliveriyor aklımıza. İçimizden ılık bir şeyler akıveriyor. Bütün bu organikliğimizin yanında duygusal canlılarız vesselam. 

Çocukluğumda mezarlıklardan geçerken, içerideki renk cümbüşleri, kuş cıvıltıları beni benden alırdı. Bayramlarda ailecenek yaptığımız ziyaretlerden birinde, annem tatlı sert bir ifadeyle çiçeklerin ve meyvelerin koparılmayacağını söylemişti. Annem, şehir bostanlarını bilmiyordu belli ki. Şimdi bakıyorum da babanemin aynı sefalarını koparıp evde minik bir bardağa koymanın ve babannemden bahsetmemizin onun da hoşuna gideceğini düşünüyorum.

Bu gezegenden gelmiş geçmiş ve gelmekte olan tüm organiklere sevgilerle…

Kapanışı Ömer Hayyam’dan güzel birkaç satırla yapayım.

“Binlerce

Ve binlerce yüzyıl, kaç tanyeri ağardı,

ne güneşler battı! Nice bin yıl dönüyor yıldızlar! Ey insanoğlu, özenle, saygı ile bas toprağa; Ezdiğin şu küçük yığın yorgun bir delikanlının gözbebeğidir belki!”

 

 

 

 

NOT: Annemin doğduğu köyün küçük mezarlığından fotoğraf. Köylüler şehre göçtüğünden mezarlık ne büyümüş ne de taşınmış. Mezar taşları bile mermer değil, dökme beton. Sağlam kestane ağacından daha eskileri ve Osmanlı döneminden kalma taş sarıklılar da duruyor hala. Mezar taşlarındaki nahif çiçek bezemeleri hoşuma gidiyor. Hepimiz bir gün çiçek oluyoruz sonuçta:)
 

 

 

                             

20 Şubat 2021 Cumartesi

Dinlemek üzerine…

 

Dünyaya geldiğimizde hatta annemizin karnında minik bir fasülye tanesiyken ilk dinlediğimiz şey denizin altında duyduğumuz sesler gibi kısılmış ve yumuşatılmış seslerdir. Bilim insanları, biz 9 haftalık bir fasülyeyken önce başımızın iki yanında kulak çıkıntılarımızın oluştuğunu , 18 haftalıkken o minik çıkıntılarla duymaya başladığımızı, 24 haftadan sonra ise sesleri iyiden iyiye duyup tepkiler vermeye başladığımızı araştırmaları sonunda öğrendi ve bizlere anlattı. Bunu öğrenen ebeveynler, minik fasülyeleri içlerinde büyüyorken masallar-ninniler anlatmayı, müzikler dinletmeyi, ağaçları, kuşları, kedileri, köpekleri sevmeyi öğretmeyi ihmal etmedi. Minik fasülyeler kabına sığamayıp kucakları doldurduğunda da uzun bir süre dinlemeye ve izlemeye devam eder. Çünkü dinlemek hayatta kalma içgüdülerimizin en kıymetlilerinden biridir. Sonra büyüdükçe biz de anlatmak ve kendimizi dinletmek isteriz. Dinlediklerimiz kabımızdan taşar; bazen çok neşeli şeyler taşar o kaptan bazen de hüzünlü şeyler. Dinlediğimiz şeylerin, bizi dinleyenlerin ve kulaklarımızın kıymetini de büyüyüp serpildikçe anlarız.

İlk insanlar hayatta kalma içgüdüleriyle önce doğayı dinlemeyi öğrendi. Doğanın anlattıklarını öğrenip sonraki nesillere de aktardı. Çünkü birlikte yaşadığımız her ne ise onu dinleyip anlamalı ve bu ortak yaşamı saygıyla devam ettirmeliydik.Uzun bin yıllar bu böyle sürüp gitti. Sözün uçtuğu, yazının baki kaldığı antik çağlarda doğadan biraz uzaklaşılıp güzel şehirler kuruldu. Çok dinleyen adamlar kabından taşanlar için bu şehirlerde okullar açtı. Bir ormandaki ağaçlı yollarda yürüyormuş hissini yaşamaya devam edebilmek için büyük mermer sütunlu caddeler inşaa ettiler. Bu okullarda anlattıkları şeyler yıldızlar, hava, su, toprak ve bunlara minnetten başka bir şey değildi. Zamanla dinleyecek daha kıymetli şeyler bulundu, baş öğretmen doğa emekliye ayrıldı gibi oldu. Bin yıllar, yüzlerce medeniyet bu gök kubbeye bir hoş sada ve dünyanın toprağına bir katman daha ekledi. Bugünü yaşayan bizler de bazen kulak kesilerek bazen de kulak arkası ederek yaşamaya devam ediyoruz.

Bebeklikten kalan alışkanlığımızdan dolayı genel olarak dinlemeyi seviyoruz. Bir kahve köşesinde oturup etrafını dinleyerek güzel kitaplar, şiirler yazan yazarları okumayı seviyoruz. Hayatı dinleyerek bir hikaye yazan ve filme çeken yönetmenlerin filmlerini izlemeyi seviyoruz. Çocukların, kuşların, rüzgarın, karın, dalgaların, kurbağaların, ağaçların seslerine kulak vermeyi de seviyoruz. Arkadaşlarımızın, sevdiklerimizin mutluluklarını, heyecanlarını, dertlerini dinlemeyi, yemek yaparken mutfakta çalan radyodan yükselen nağmeleri dinlemeyi de seviyoruz. Dinlemeyi bu kadar seviyorken bazen dinlemeyi bırakıyor dinletmeyi sevmeye başlıyoruz. Bu bazen bana tuhaf geliyor, birilerine kendimizi dinletmek için sesimizi yükseltmemiz hatta korkutarak karşımızdakini susturuyor oluşumuz. Thoreau, insanların yaşlandıkça dinlemeyi bırakıp anlatmayı ve kendilerini dinletmeyi sevdiğini yazmıştı. Ya da bir insan: “Artık ben oldum!” dediğinde yeni şeyler dinlemeye kulaklarını tıkayabiliyor. Nilay Örnek’in Nasıl Olunur? Podcast serisini keyifle dinlerken farkettim de dinlemeye açık insanlar  yakınlarına, çevrelerine, doğaya ve hayatı paylaştıkları her şeye daha kıymet veriyor. Kimse de öyle kolay ben oldum diyemiyor…Hem zaten ortalama 70 yıllık insan ömründe olabilmek nasıl mümkün oluyor?

Güzelce ve sakince dinlemenin kıymetini tekrar bileceğimiz güzel günlere…

 

 


NOT: Fotoğraftaki oldukça yaşlı bir Keçiboynuzu-Harnup ağacı (Ceratonia Siliqua)’dır.

7 Şubat 2021 Pazar

İsimler üzerine…

 

Bugün güneşli bir Pazar günü, tam da adını aldığı zamanlara yakışır bir hava hem de. İngilizce derslerinde haftanın Sunday yani Pazar ile başlamasına alışmak herkes için zaman almıştır sanırım. Haftanın son günü aslında bir zamanlar ilk günüydü. Latincede, İngilizcede ve bir çok dilde Güneş Günü olarak geçiyor bugün. Pazartesi günü de Monday yani Ay Günü mesela. Haftanın diğer günleri ise mitolojide önemli yeri olan tanrıça ve tanrılara adanmış. Zamanın birinde biri “ Bu günlere isim verelim de karışmasın.” dediğinde akla ilk dünyanın hayat kaynağı olan Güneş ve Ay, sonra da minnet duydukları tanrıça ve tanrılarının gelmesi ne kadar anlamlı değil mi? Şimdi bir de medeniyetin yüzünün bizden tarafına bakılım. Haftanın ilk günü Pazar, Bazaar yani çarşı-pazardan geliyor. Ticaret, islam camiası için güneşten ve aydan önce geliyormuş demek ki ve sonraki günleri de çok da düşünmeden Pazar ertesi, ikinci gün, üçüncü gün diye isimlendirivermişler. Neyseki bizim tarafta, doğayla ilgili her şeylerden ve diğer her şeylerden tek tanrı sorumlu da minnet duyarken kafamız karışmıyor.

Coğrafi keşiflerin başlaması ve insanların daha da medenileşmesi ve bireyselleşmesiyle hep bana dönemi başlamış. Bu kaşifler, yollarına çıkan ve ilkel-barbar olarak gördükleri  büyük medeniyetler kurmuş insan topluluklarını yok ederek ya da kendilerine benzeterek dünyanın her bir köşesine mediniyeti götürmüşler ve  o bölgeleri kendi verdikleri isimlerle onurlandırmışlardır. En büyük coğrafi keşif olarak tarih kitaplarının ve dünya haritasının baş köşesine kurulan Amerika Kıtası, orayı bulan italyan kaşif  Amerigo Vespucci’nin adını almıştır. İlk icat edilenlere, tadılan tropik yiyeceklere, girilen sulara, çıkılan dağlara kaşiflerinin adlarının verilmesi günümüzde de köylere, sokaklara, yaşadığımız apartmanlara, okullara, hastanelere önemli insanların adlarının verilmesi gibi bir geleneğe dönüşmüştür. Bir şeylere isim vererek ismi verileni ölümsüzleştirdiğimizin, onurlandırdığımızın yanı sıra o şeye aitlik kazandırarak, diğer bir şeyden ayırt ederek ve tanıdıklaştırarak hayatımızı kolaylaştırdığımız da bir gerçektir.

Kitaplarda bazı gezginler, kızılderililerin başlarda isimlerinin olmadığını, o isimleri hak ederek elde ettiğini yazmıştır. Aborjinler’in de yeteneklerine, becerilerine göre isimler aldıklarını okumuşsunuzdur. Yani bir çok medeniyette isim olayı mana ve çaba gerektiren önemli bir olay. Günümüze gelince birkaç kuşak eskiye gidersek ilk sırayı ölmüş büyüklerin isimlerini vermek alırdı. Zamanla bu gelenek ikinci isme, göbek isme ordan da ölmüş büyüklerimizle birlikte tarih olarak yitirildi. İkinci sırada göreceli de olsa verilecek isimlerin dini kitabımızda yer bulup bulmadığı önemliydi. Şimdilerde ise yeni doğmuş bir bebeğe isim verirken dönemin popüler insanlarına; şarkıcılarına, dizi karakterlerine, futbolcularına, siyasetçilerine bakar olduk. Bu şekilde artık değer verdiğimiz şeylerin değişimini isim verme-alma ilişkimizle de gözlemleyebiliyoruz. Mesela çiçeklere değer verilen zamanları; kız çocuklarının isimlerinde, sokak ve apartman isimlerinde hala görüyor olmaktan mutlu oluyorum.

Geçen yıl okuduğum, mitolojik bilgilerle kurgulanmış şahane kitapta, çocuklara isimlerini yaşadıkları yerin en önemli kişisi yani baş büyücüsü ya da şifacısı-cadısı veriyordu. İsim alma-verme olayı düzenlenen güzel bir şölenle, bireyin ailesine ve toplumsal çevresine bir çok yeteneğini sergileme imkanını bulduğu 13 yaşında gerçekleşiyordu. Kendi ismimi örnek verirsem, aileye doğan üçüncü kız çocuğu olarak artık son olsun diye neredeyse Songül ismini alıyormuşum. Songül ismi ülkemizde çok yaygın bir isim ve hikayesi aslında tam da böyle. Gerçi Yeter, Satılmış, Döndü, Hanım, Kadın gibi yine hüzünlü hikayeler anlatan bir çok yaygın güzide ismimiz de mevcuttur. İsimler ve soy isimleri konusu çok ilgi çekicidir. Soy kütüğü verilerinin bir kısmı paylaşıldığında genelde insanlar nereden geldiklerine bakmıştır ama benim ilgimi ne gibi isimler olduğu çekmişti. Mesela eşimin ailesinin soy kütüğünde, Gökoğlan diye bir isim vardı. Bu ismi gök mavisi gözlerinden almış olduğunu düşünüp mutlu olmuştum. Gökoğlan, Aykız neden tarih oldu acaba oysaki ne kadar güzel isimlermiş değil mi? Velhasıl isim olayı önemli bir konu. Biz ki bir isim sayesinde ilk tanışma esnasında şıp diye sempati duyabilen bazen de tam aksine antipatik yaklaşabilen  bir kültürden geliyoruz. Hatta bazen ilk tanıştığımız insana isminden önce “Memleket nere?” diye soruyoruz. O memleketle, çok sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz bir insan özdeşleşmişse karşımızdakinin vay haline. Geçenlerde Thoreau’nun şu satırlarını okuduğumda bu yazının ilk tohumları atılmış oldu sanıyorum.

“…tanıdık gelen bir isim birini benim açımdan daha az yabancı kılmaz.”

Öyle mi gerçekten?

 


NOT: Bahsi geçen kitaplar Ursula K.Le Guin-Yerdeniz ve Henry David Thoreau-Yürümek’idi.